(Dergi Bilkent 43. sayı – Haziran 2025)
Akademik kariyerine Hollanda’da devam eden Doç. Dr. Canan Çakırlar (Amerikan Kültürü ve Edebiyatı 2000), arkeoloji ve zooloji kesişimindeki bilimsel çalışmalarını dergimizle paylaştı.
Bilkent’ten bugüne kariyer yolculuğunuz nasıl şekillendi? Bilkent’ten Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne gittim, Arkeoloji Bölümü’nde lisansüstü eğitim almak üzere. Akademik kariyerle bağlantılı bir karar değildi; Suriye-Levant kıyı arkeolojisi ilgimi çekiyordu. O bölgenin kültürü ve politikası da bugün hâlen ilgilendiğim konular. Almanya’daki doktoramda ise çok güçlü bir zooarkeoloji anabilim dalına sahip olduğu için Tübingen Üniversitesi’ni seçtim. ABD’deki Smithsonian Enstitüsü de dâhil olmak üzere farklı kurumlarda ve farklı ülkelerde doktora sonrası çalışmalarda bulundum. 2012’den beri Groningen Üniversitesi’nin Arkeoloji Enstitüsü’nde öğretim üyesiyim.
Güncel araştırma alanlarınızı öğrenebilir miyiz?
Uzmanlık alanım zooarkeoloji. Arkeolojik kazılardan elde edilen hayvan kalıntılarını anatomiden genetiğe uzanan pek çok teknikle analiz ediyor, toplumsal tarih ve ekosistemlerin tarihsel evrimleriyle ilgili çok çeşitli sorulara cevap arıyoruz. Araştırmalarımda yerleşik hayata geçişle birlikte değişen insan-hayvan ilişkilerinin boyutlarını inceliyor, insanların kendi aralarındaki ilişkilerin hayvanlara nasıl yansıdığına ilişkin çalışmalar da yapıyorum. Örneğin, savaşlarda, göçlerde, ekonomik büyüme veya küçülme zamanlarında hayvanlara ne oluyor? Onlar bu süreçlerden nasıl etkileniyor ya da insanlar bu süreçleri etkilemek için hayvanları nasıl kullanıyor?
Zooarkeolojiye yönelmenizin ardındaki motivasyonu anlatabilir misiniz?
Benim başladığım dönemlerde zooarkeoloji pek bilinmeyen, çok az uzmanı olan, Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da pek önemsenmeyen bir çalışma alanıydı. Türkiye’de de durum öyleydi. Gidilmeyen yolları gitmeyi küçüklüğümden beri sevmişimdir. Arkeolojide her buluntu biraz gizemlidir; ama paramparça, kimsenin ilgi göstermediği, hatta çöp diye atmak istediği kırık kemik parçalarını alıp hangi türe ait olduğunu öğrenmek, oradan devam edip birçok soruya cevap aramak heyecan verici geldi bana.
Bilkent Amerikan Kültürü ve Edebiyatı’nda okurken seçmeli arkeoloji dersleri alıyordum. Arkeoloji ve sanat tarihi liseden beri ilgilendiğim alanlardı. 25 yıl boyunca Bilkent Üniversitesi’nin yürüttüğü Hatay Dörtyol’daki Kinet Höyük kazılarında hayvan kemiklerini, dişlerini, deniz kabuklarını arkeolojide incelediğimde, liseden beri aktif olduğum çevre koruma alanından da konuları irdeleyebileceğimi anlamıştım.
Bilkent Arkeoloji’den Doç. Dr. Marie-Henriette Gates ve Dr. Charles Gates’in kazdığı Kinet Höyük, Bilkent öğrencileri ve uluslararası arkeologlar için müthiş bir okul olmuştur. Gates ailesi, zamanında hem etik hem vizyon hem de sonsuz olanaklar sağlamıştır öğrencilerine. Bilkent Arkeoloji Bölümü’yle hâlen iletişimdeyiz.
Benim için zooarkeoloji ideal bir dal, çünkü disiplinlerarası. Ekoloji, zootekni, antropoloji ve tarihle iç içe. Bu arada Amerikan Kültürü ve Edebiyatı da bölüm olarak bana çok şey katmıştır. Eleştiri kuramı, toplumsal cinsiyet teorisi ve ırk teorisiyle 20’li yaşlarda tanışmış olmamın kurgulama, kapsamlı ve çok yönlü düşünme süreçlerime hâlâ katkısı oluyor.
Araştırmalarınızda hangi yöntemleri kullanıyorsunuz?
Zooarkeolojinin hem sayısal ve kalitatif hem tarihsel ve ekolojik yöntemleri vardır. Karşılaştırmalı anatomi ilk yöntemdir. Bu yöntem, kemik ya da diş parçasıyla hangi hayvanın kaç yaşında öldüğünü, boyutlarını ve osteolojik bir hastalığı olup olmadığını çıplak gözle belirlememizi sağlar. Antik DNA, radyokarbon ve duyarlı izotop analizi gibi biyomoleküler yöntemlerden de yararlanırız.
Antik DNA, popülasyonlar arasındaki ilişkilere ışık tutarak hayvanların nasıl evrildiğini bize gösterir; bu evrim, insanın ekolojik nişine hayvanların girdiği zamanlarda, mesela insan yerleşik hayata geçtiğinde, hız kazanmaktadır. Evcilleştirme buna iyi bir örnektir. Evcilleştirmeyle nesil tükenmesi veya göçler de yaşanıyor; tabii bu olaylar da hayvan evrimini etkiliyor.
Radyokarbon yöntemiyle hayvan kalıntıları doğrudan tarihlendirilebilir, böylelikle arkeolojik süreçleri daha iyi anlarız. Duyarlı izotoplar, atomların farklı kütleleridir. Bunlar vücutta, dişlerde ya da kemiklerde birikme yapar ve ölümden sonra kimyasal olarak bozulmadan durur. İzotoplarla ekosistem döngüleri arasında bilinen ilişkiler var. Et yerseniz Nitrojen15 oranı artıyor. Mısır yerseniz Karbon13 oranı azalıyor. Sıcak havalarda deniz kenarında büyürseniz, dişlerinizdeki oksijen18 oranı dağlarda büyüyen birininkinden daha fazla oluyor. Enteresan, değil mi?
Söz konusu izotoplar sadece hızlandırılmış kütle spektrometresiyle ölçülebilen, çok küçük yapılardır. Ölçüm sonuçları, organizmaların nerede ne yediğini, nasıl göç ettiklerini veya göç ettirdiklerini anlatır. Hareket, besin, sıcaklık, nem gibi öğeler organizmaların ekolojisinin temelidir zaten.
Sözünü ettiğiniz analizlerin bilimsel önemine değinir misiniz?
Önemli olan, analizlerin sonuçlarıyla ne gibi biyokültürel sorulara cevap verebildiğimizdir. Hayvan kemikleri, insanlarla bir şekilde temasa geçmiş, onlar tarafından kullanılmış, evcilleştirilmiş ya da onların ortamlarında yararlanılmış olduğu için Antroposen çağı sorularına tarihin derinliklerinden ışık tutabiliyoruz.
Örneklerle anlatayım. Göbekli Tepe ve benzeri Taş Tepeler’de çok sayıda ceylan ve yabani sığır kemiği elde edilmiştir. Çok sayıda derken on binlerce, yüz binlerce kemikten söz ediyoruz. Belli ki önemli bir geçim kaynağı olmuş avcılık. Bu yerlerdeki eril sembolleri de düşünün, çıkarımı yapabilirsiniz. Göbekli Tepe’nin son evrelerinde ceylan bitiyor, evcil hayvanlar ortaya çıkıyor. Özellikle, buğdayla beraber koyunun o bölgede ve ekseninde evcilleştirildiği neredeyse kesin. Bu da toplumsal ve kültürel süreçlerle iç içe girmiş olan, müthiş bir ekosistem değişikliğidir; işte zooarkeoloji de tarihin akışını değiştiren hayvan – insan ilişkilerini bize anlatır.
Şu anda etrafınızda gördüğünüz birçok hayvanın ve bitkinin endemik olmadığını, endemiklerin de tarım, hayvancılık ve sömürü yoluyla nasıl yok olduğunu zooarkeolojiyle anlıyoruz. Koyunların evcilleşip Anadolu’dan Avrupa’ya gittiğini, sonra dünyadaki tüm sığırların Orta Doğu’daki küçük bir sürüden evrildiğini, gene Anadolu’dan geçip dünyaya yayıldığını zooarkeoloji açıklar bize. Hititler, Asurlar, Memlükler, Moğollar gibi erken devletler de yayılma ve tükenme süreçlerini etkilemiştir.
Peki, yumuşakça kabukları hakkındaki çalışmalarınız antik Ege hakkında neler söylüyor?
Bu kabuklar; beslenme alışkanlıkları, ticaret, ekonomi ve gündelik hayat hakkında bilgiler sağlar. Örneğin, MÖ 6500 civarından 19. yüzyılın sonlarına kadar bölgede midye tüketiminin çok sık ve yoğun olduğunu İzmir ve Çanakkale’deki Bornova Yeşilova Höyük ve Troya kazılarından biliyoruz. Bunlar kum midyesi, midye dolma yapılanlardan değil, karıştırılmasın.
Ekonomik açıdan öne çıkan yumuşakça müreks ise bir salyangozdan elde edilen, kraliyet moru rengine sahip bir çeşit boyadır; üretilmesi için çok sayıda salyangoz gerektiren, altın gibi değerli bir boya. Onunla boyanan kumaşların Doğu Akdeniz ve ötesine ticaretini elitler deniz yoluyla yapmış, MÖ 1800 ile Bizans dönemi arasında. Ülkemizde de Troya’dan Antakya’ya kadar tüm kıyıda üretildiğine dair buluntular var.
Antik insan faaliyetlerinin deniz ekosistemleri üzerindeki etkisi çevre ve ekoloji araştırmaları açısından önemi nedir?
İnsanın elinin değdiği her ekosistem oldukça çabuk değişmeye başlıyor; bunun da üç sebebi var. Birincisi, insan bir üst düzey avcıdır; girdiği ortamdaki diğer avcılar da dâhil olmak üzere diğer tüm organizmaları tüketebilir. İkincisi, insan müthiş bir niş inşacısıdır, ortamın şartlarını kendi faydası için değiştirmekte çok ama çok başarılıdır. İnsanın üşürse kazak örmesi, suya ihtiyacı varsa baraj yapması aslında diğer organizmalarda da gördüğümüz, ama bizde fazlasıyla gelişmiş olan bir özelliktir. Üçüncüsü ise felsefecilerin ya da psikologların da henüz açıklayamadığı açgözlülüğümüzdür. Sosyal düzen etik olarak izin verdiği sürece, taşı, toprağı, bitkiyi, hayvanı ve diğer insanları aşırı kullanma, depolama ve sömürme konusundaki açgözlülüğümüzün sonu yok.
Müreks örneğine geri dönmek gerekirse, bu güzel hayvanlardan artık Doğu Akdeniz’de pek kalmadı. Ben 20 yıl önce Çanakkale kıyısında canlı birkaç tane görmüştüm. İsrailli araştırmacılar kendi kıyılarında mürekslerin neslinin tükendiğini ilan etti. Aşırı tüketildiği için bu popülasyonlar azar azar yok oldu diyemeyiz; fakat geçmişteki ekonomik faaliyetlerin o popülasyonların genetik yapısını ve direncini etkilemiş olma ihtimali çok yüksek.
Arkeolojiyle irdeleyebileceğimiz böyle birçok örnek var. Ege Bölgesi’ndeki pek çok ova, Romalıların ormanları kesmesi sonucu gelişen şiddetli taşkınlarla meydana gelmiş. Ovalar oluşurken tabii tarım arazisi de oluşuyor, ama bu da sürekli bakılması gereken bir alan, yani sürdürülebilirliği düşük. Ova oluşurken orada yok olan denizler, bataklıklar ve benzeri ekosistemler var. Hangi tüketim ve kullanım biçimlerinin yok edici, hangilerinin sürdürülebilir olduğunu bize tarih ve arkeoloji gösterir.
Biyoçeşitliliğin azalmasının ve iklim değişikliğinin önüne geçebilir miyiz?
Azalan biyoçeşitliliğin ve iklim değişikliğinin önüne yalnızca teknolojik çözümlerle geçemeyiz, onlar semptomatik tedavi. Sorunun nerede olduğunu anlamak için tarihi anlamamız ve anlatmamız gerekiyor. Etik açıdan sömürmeyen toplumları arkeolojide bulmak mümkün. Bu, nasıl aradığınızla da ilgili bir şey tabii. Aramayan zaten bulamaz.
Saha deneyimlerinizde sizi en çok şaşırtan veya etkileyen coğrafyalar ve buluntular hangileriydi?
Kinet Höyük’te fil kemikleri, müreksler, orfozlar, deniz kaplumbağaları bulunmuştu. Daha ben arkeolojiye yeni başlarken, 90’ların sonunda bunların kazıdan çıktığını görmek beni çok etkilemişti, üzerlerinde en çok çalıştığım türlerdir hâlen. İzmir Ulucak Höyük’te, 2011’de, çanak çömleksiz Neolitik döneme ait, kırmızı tabanlı bir yapı kazmıştı Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu. Türkiye ve Avrupa’nın prehistoryasını tamamen değiştiren bir tabakaydı bu. O anda orada olmak ve kemikleri inceleyebilmek bir ayrıcalıktı. Çiler Hoca da Bilkentli, Arkeoloji 2001 mezunu, şimdi Ege Üniversitesi’nde.
Lübnan, ikinci evim sayılır; dağları, doğası, köyleri çok etkileyicidir. Suriye’de Palmira’dan Şam’daki Emevi Camii’ne kadar büyüleyici birçok yer vardır. Oralarda yaşayan insanlar umarım en kısa zamanda barışa kavuşur ve bizler de geri dönüp mirasın korunması ve tanıtılması adına onlarla beraber çalışabiliriz. Bu dönemde Urla Klazomenai, Ankara Gordion, Antalya Patara, Denizli Aşağı Seyit Höyük gibi kazılarda çalışıyoruz ekibimle, oraların da hayranlık uyandıran yönleri var.
Bilimsel çalışmalarınızda karşılaştığınız temel zorluklar nelerdir?
Maddiyat, zaman, üniversitelerde bütçe kısıtlamalarına gidilmesi… Çalışmak istediğimiz yerlerde savaşlar var; bu bence daha büyük bir problem. Akademik dünyanın disiplinlerarası ve eleştirel düşünceden uzaklaşması ise başka bir zorluktur.
Türkiye’de zooarkeolojinin en büyük sıkıntısı, kazıların bürokrasi müdahalesiyle çok hızlı yapılması. Bu durum, çıkan organik kalıntıların gereği kadar iyi toplanmasını engelliyor. İklim kontrollü depoların olmaması ise ivedilikle aşılması gereken, belki de en önemli sorun. Bunu 2021’deki arkeoloji şurasında ifade ettik, arkeometri çalışma grubuyla. Geleceğe mirastır bu organik kalıntılar.
Araştırmalarınızı daha geniş kitlelere ulaştırmak için neler yapılabilir?
Ege Üniversitesi Antroposen Çalışma Grubu ile faaliyetlerimiz var. Grubun kurucusu, Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu’dur. Alanımızda çıkan her önemli makalenin popüler dergilerde, gazetelerde ve benzeri yayınlarda da haber olarak yer almasına gayret ediyoruz. Patara kazı ekibiyle bu konuda çalışmalarımız var. Hollanda’da çeşitli müzelerle çalışıyoruz. İşbirliğine her zaman açığız.
Yeni projeleriniz olacak mı?
İstanbul’un ilk köyü diyebileceğimiz Yenikapı Neolitik Köyü iskan hâlindeyken yaşanan çok önemli bir iklim değişikliği olayı var: “8.2 ka event”. Günümüzden 8 bin 200 yıl önce gerçekleşen bu ani sıcaklık düşüşü olayının insana, çevreye, hayvana ve genel çerçevede ekosisteme etkilerine ilişkin bir çalışmamız olacak yakında. Ayrıca Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde denizlerdeki aşırı avlanmanın etkilerini de araştıracağız. Özellikle Batı Anadolu’da Tunç ve Demir Çağlarındaki çevre ve ekonomilerini inceleyeceğimiz projeler de var.
Öğrencilerinize hangi mesajları vermeyi önemsiyorsunuz?
Toplumsal sorumluluk ve gezegenle ilgili bilinç bence en önemli mesaj. Arkeoloji ve zooarkeoloji, insanları düşündürerek üretime ve tüketime dair kararlarımızı daha sürdürülebilir hâle getirebilir. İşte bu mesajı iletebilecek şekilde kazı yapmak, ders vermek, makaleler yazmak gerekiyor.
Hobilerinize vakit kalıyor mu?
Açıkçası çok ilginç hobilerim yok. Boş zamanım olursa yemek pişirmeye, müze gezmeye, arkeolojik ve tarihi yerlere gitmeye, yoga yapmaya çalışıyorum.