(Dergi Bilkent 34. sayı – Aralık 2020)
İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü 2002 mezunlarından Oya Arslan, IKEA’nın Türkiye, İngiltere ve ABD kadrolarında üstlendiği görsel tasarım görevlerini anlattı.
Söyleşiye kariyerinizdeki ilk adımlarla başlayabilir miyiz?
Kariyerimin ilk adımlarını girişimcilikle attım. Bilkent’te okurken bir yandan da moda tasarımı ve elektronik müzikle ilgileniyordum. 2002’de eşimle birlikte Ankara’da bir giyim mağazası açtık. Sokak tarzı kıyafetlerin olduğu, gün boyu canlı DJ setleri de çaldığımız, keyifli birkaç sene geçirdik. İş dünyasına da iyi bir hazırlıktı.
İlk iş tecrübem Ankara’daydı. Kısa süre Koleksiyon Mobilya’da müşteri merkezli bir iç mimarlık ve mobilya satış pozisyonu denedim; ancak moda tasarımı ve perakendenin hızına duyduğum ilgiye paralel olarak Mango’da mağaza müdürlüğüne geçtim. Tempo hoşuma gidiyordu; ancak tasarıma daha çok odaklanmak için yeni bir arayış içindeydim. Ablamın İstanbul’a taşınma işleri sırasında IKEA’ya gittik. Küçük yaşam alanları için yarattıkları dekorasyon çözümlerine, ürünlere ve iş fikirlerine hayran kaldım. Takip ettiğim iş ilanları arasında karşıma IKEA çıkınca hiç düşünmeden başvurdum. İşe alındım. İletişim ve görsel tasarım bölüm müdürü olarak Bursa ile Ankara mağazalarının açılış süreçlerine katkıda bulundum; proje yönetimi, mülakatlar, eğitimler, pazarlama gibi birçok sorumluluk üstlendim. İç mimarlık ve perakendenin harika bir bileşimiydi.
Bu sorumluluklar size neler kattı?
Farklı alanlara hızlı uyum gerektiren, mükemmel bir gelişim fırsatıydı. Perakendeye müşteri gözüyle hep ilgi duyardım; fakat işin mutfağına girdiğimde bu dinamik sektörün sahne arkasının devasa olduğunu fark ettim. Kendimi bu işin içinde bulduğum andan itibaren başka yöne bakmak hiç aklıma gelmedi. Büyük markalar, içlerinde birçok çalışma alanı bulunduruyor. Projelerinizin sonuçlarını çok çabuk görebiliyorsunuz; yani bu iş ödüllendirici ve kişisel gelişime açık bir doğaya sahip. IKEA Türkiye’de 5 yıla yakın bir süre geçirdim (2008 – 2013). Daha sonra şirketin İngiltere organizasyonuna transfer oldum.
İngiltere’ye transfer süreciniz nasıl gelişti?
Şirketin Türkiye ayağında hızlı bir büyüme planı vardı ve yönetim ekiplerine ciddi oranda yatırım yapılıyordu. Başta İsveç ve Hollanda olmak üzere yurt dışında eğitimlere veya toplantılara gönderiliyorduk. IKEA’nın küresel etki alanına aşinalık kazanınca daha fazla mağazayla operasyon yürüten ülkeleri incelemeye başladım ve İngiltere’de açılan bir pozisyonu denemeye karar verdim. Sektörde daha geniş bir çerçeveye katkıda bulunma hedefim vardı ve buna ancak ülke değiştirerek ulaşabilirdim. IKEA Türkiye bana bir şirketin verebileceği her şeyi zaten sunuyordu.
Londra’da çalışmaya başladım ve iki farklı görevde yer aldım. Öncelikle, yine iletişim ve görsel tasarım bölüm müdürü unvanıyla, kentin güneyindeki Croydon mağazasında çalıştım. Mağazanın arazisi ve binası eski bir elektrik santralinden bozmaydı. Yıllar boyu birçok tadilattan geçtiği için IKEA’nın alışılmış mağaza konseptini uygulayabilmek adına her günümüzü bitmez tükenmez beyin fırtınalarıyla geçiriyorduk. Şirket uygulamaları kapsamında mağaza müdürünün mağazada ortaklık yatırımı olduğundan dolayı her zaman talepkâr bir yönetim altında çalışıyorduk. Çözülmeyi bekleyen problemler bireysel gelişime zemin de yaratıyordu. Çok uzun ve zorlu olduğu kadar keyifli ve öğretici mesailer geçirdim.
Londra’daki ikinci göreviniz neydi?
Bir sonraki görevde kentin kuzeyindeydim, Wembley’deki merkez ofiste. Mağaza kuran takım altında proje müdürlüğü yaptım. Türkiye’de edindiğim tecrübe sayesinde Sheffield’da açılacak mağazanın kurulum ekibinde yer aldım. Piyasa araştırmasından başlayıp kadro kurma ve açılış aşamalarına kadar her kademede çalıştım. Sonrasında mağazayı ekibine teslim ederek buradaki projeyi tamamladım.
İngiltere’deki mağaza açılışlarında IKEA’nın global ortaklarıyla işbirliği yapıp uygulamaya geçiyorduk. Portekiz ve Almanya gibi farklı ülkeleri ziyaret edip konsept oluşturmadaki güncel gelişmeleri uyarlamamız gerekliydi. Bu pozisyonda en çok geliştiğim alan, büyük ölçekte iletişim ve iş süreçleri planlaması oldu. Yine bir eğitimindeyken ABD’de yeni bir yapılanma olduğunu duydum ve orada çalışma fikrine sıcak bakmaya başladım. 10 yıla yaklaşan bir deneyimle daha çok birimden sorumlu olabileceğim bir role yeterli olduğumu hissediyordum.
Eğitimi veren kişi, benim bağlı olduğum iletişim ve görsel tasarım departmanının ABD sorumlusuydu. Kendisiyle bağlantıda kaldım ve zaman içinde ABD’deki bölge yapılanmasının bir parçası olarak batı yakasını kapsayan ofise geçtim. İletişim ve görsel tasarım bölüm müdürü olarak üçüncü yıla yaklaştığım bu pozisyonda ABD’nin batı yakasında, en kuzeyde Seattle ve en güneyde San Diego olmak üzere, 5 eyalette (Arizona, California, Nevada, Oregon, Washington) 12 mağazanın görsel sorumluluğunu üstleniyorum.
ABD’deki çalışma sisteminizden bahsedebilir misiniz?
Her mağazada ortalama 15-20 kişilik uzmanlık ekiplerinden oluşan bir departmanız; görsel tasarım, iç mimarlık ve grafik tasarım birimlerini barındırıyoruz. Bölge ofisinde 6 kişi çalışıyoruz. Philadelphia’daki ABD merkez ofisine bağlıyız. Yönetimin veya küresel idarenin gösterdiği yönlerde mağazalarla tasarım, geliştirme ve uygulama işbirliği yapıyoruz. Los Angeles’ın en büyük mağazası olan Burbank’ı üs olarak kullanıp diğer mağazaları ziyaret ediyoruz. Tabii en azından pandemi öncesinde bu şekilde ilerliyorduk.
Pandemi dönemi operasyonunuzu hangi açılardan etkiledi?
Bölge ofisimizin isleyiş biçimi en belirgin değişikliği yaşadı. 6 Mart’ta San Diego’dan dönüyordum. Bir anda mesaj yağmaya başladı. Şirket genelinde pandemi uyarısı yapıyorlardı ve tüm seyahatler süresiz dondurulmuştu. Daha sonra mağazalar kapatıldı. Zaman içinde düşük kapasitelerle açabileceğimiz mağazaları belirledik. Dijital çözümlere ayak uydurduk.
Teknolojik kapılar açsak da bizim işimiz görsel tabanlı; ekiplerimiz yerinde montaj, grafik ve görsel uygulama yapıyor. Bu nedenle mesafeli çalışma ortamları ve maske kullanımı gibi zorunluluklar getirdik. Seyahatler şu an en alt düzeyde. Gidebildiğimiz mağazalarda süreçleri ve projeleri geliştirip diğer birimlere paylaşıyoruz. Gidemediğimiz mağazaları çevrimiçi toplantılarla takip ediyoruz. İşe alım, oryantasyon ve eğitim programlarının hepsini dijitale taşıdık. Perakende sektöründe de çok ciddi bir sarsıntı oldu. Birçok kanaldan tüketiciye ulaşmayı başarabilen ve bu kanallardan satışı tamamlayıp ürünü müşteriye ulaştırabilen markalar yaşamaya devam edecek.
Bir mağazayı sıfırdan kurma ve açma aşamalarını özetleyebilir misiniz?
IKEA’da yeni bir mağaza açma kararı pazar araştırmasıyla başlar. Bir ülkede, bir şehirde veya mağazası olan bir şehrin başka bir noktasında müşteri ihtiyacını belirleyebilirsek mağazanın ölçeğine ve yapısına karar verecek duruma geliriz. Örneğin, küçük bir şehirde planlama ve sipariş noktası iyi bir seçenek olabilir ya da bir metropolde yoğun talebi süratli ve ucuz karşılayabileceğiniz yüksek bir depolama kapasitesi oluşturabilirsiniz. Araştırma sonucunda ticari özet denilen bir rapor hazırlar ve küresel merkeze aktarırız. Bu safhayı uygun bir arazi veya bina bulma ve inşaata başlama aşamaları takip eder. Bu arada tabii ki mağaza ekibinin işe alım ve eğitim faaliyetleri olur. Toplamda bir seneye yaklaşan bir ön hazırlıktan bahsedebiliriz.
Sizin çalıştığınız ekipler bu sistemin neresinde?
Benim departmanımın en çok katkı sağladığı alan, IKEA konsepti çerçevesinde mağazanın iç planlamasını yapmak. Her bölümün ayrı ayrı boyutlandırılması ve planlamasının yanı sıra ürün görselleri ve grafiklerin planogramlarının hazırlanmasına öncelik veririz. Daha sonra mağaza medyası diye adlandırdığımız odalar, evler ve vitrinlerin içerik planlaması gelir. Ürün gamı boyutunun seçilmesi ve ürünlerin yerleşim planlarının belirlenmesiyle birlikte kuruluma geçeriz. Mağazaya ilk müşterinin adım atmasından 8 hafta öncesinde başlayan bu etkinlikler 400- 500 kişilik bir ekibin katkılarıyla hayat bulur.
Görsel tasarımın sektöre ve müşteriye yansımalarını yorumlayabilir misiniz?
Türkiye’de görsel tasarımın çok başlarındayız; ama perakendenin daha ileri düzeylerde olduğu ülkelerde görsel tasarım kayda değer bir pazarlama kaynağı. New York’ta 5th Avenue’daki veya Londra’da Oxford Street’teki büyük markaların vitrin tasarımlarının alışverişin de ötesine geçtiğini, turistlerin sadece vitrin görmek için gittiği yerlere dönüştüğünü örnek gösterebiliriz.
Görsel tasarımdaki yaklaşım basit aslında: müşterinin tasarımdan ilham almasını sağlayarak satın alma kararını etkilemek veya kişiyi ihtiyaç duyduğunun farkında bile olmadığı bir yöne çekebilmek. IKEA’da bizim işimiz bunun çok daha ilerisinde ayrıntılar içeriyor. Görsel tasarımın yanı sıra iç mimarlık disiplinini de kullanarak müşterilere ev dekorasyonu çözümleri yaratıyor, ürünleri işlevsel biçimde bir araya getirip fikir vermek için kullanıyoruz. Mağazalarımızı ziyaret edenler küçük odaları ve evleri görmüştür; bunlar tüketiciye belirgin çözümler sunmak amacıyla oluşturulmuştur. İçinde bulunduğumuz çağda tüketiciler markanızı sadece mağazada değil, internet sitenizde de, sosyal medya hesaplarınızda da, mobil uygulamanızda da görüyor. İletişim kurduğunuz her kanalda tutarlı bir imaj yaratmanız gerekiyor.
Görev yaptığınız ülkelerdeki çalışma kültürlerini karşılaştırabilir misiniz?
Türkiye’de bir işte ne kadar başarılı olabileceğiniz veya ne kadar çabuk sonuç alabileceğiniz, kişisel iletişim ve tanıdıklık ilişkilerine fazlasıyla bağlı. Bunu diğer ülkelerde pek yaşamadım açıkçası. Bir de Türkiye’de kalıplara çok bağlı kalabiliyoruz. İş hayatında aklımıza bile gelmeyecek olasılıkları düşünmeli ve açık fikirli olmalıyız.
İngiltere’ye gittiğim ilk dönemlerde kültürel ve düşünsel çeşitlilik hemen dikkatimi çekmişti. Çalıştığım mağazada 30 değişik ülkeden personel vardı; belki de 50’den çok dil ve lehçe konuşuluyordu. Böyle bir yelpazenin varlığı fikirlere ve alınan sonuçlara da yansıyor, rekabet artıyor; performansı ve uzmanlığı üst düzeyde olanlar, tempoya dayanıklı olabilenler ayakta kalıyor.
ABD büyüklüğünde bir ülkede ise kültürel yapı eyaletten eyalete farklılık gösteriyor. Örneğin doğu yakası ve özellikle New York çevresi Londra’daki çeşitliliğe sahip; ama diğer bölgelerde böyle bir özellik pek yok. Göçmenler dolayısıyla insan çeşitliliği hep var; fakat bu çeşitlilik de bölgeden bölgeye değişebiliyor. Batı yakasında ilk dikkatimi çeken, iş temposundaki yokuş aşağı düşüştü. Okyanus kenarındaki konumdan ve yıl boyu sıcaklık ortalamasının yüksek olmasından ötürü insanların birçok hobi ve eğlence kaynağı olabiliyor; işe odaklanmaları ve sonuçlara ulaşmaları hiç kolay olmuyor. Çalışanların motivasyonunu ve işe bağlılığını artırabilmek, buradaki en önemli parametre bence.
Bir de insanlar çok sık iş değiştiriyor; şirketten ziyade yaptıkları işe önem veriyor. Şirketler de aynı şekilde yerinize hemen birini bulabiliyor. Daha sosyal bir yapı yerine daha kapitalist bir düzen öne çıkıyor. İnsanlar için uzun dönem işsiz kalmak, bir süre kendi patronluğunu yapmak, geçici işlerde çalışıp tekrar uzun soluklu profesyonel bir işe dönmek burada normal.
Bu üç ülkedeki tüketim profilleri konusunda düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Türkiye’de perakende işi yapmak hiç kolay değil. Kısa vadede bile öngörüde bulunmak çok zor. Alım gücü yüksek olmadığı ve ekonomi tutarsız seyrettiği için büyük yatırımlar yapıp sonunda kâra geçmek neredeyse mucize. Ayrıca ürünlerinizi veya hammaddenizi tamamen Türkiye’den sağlamıyorsanız döviz karşısında kazanamıyorsunuz. İthalat vergileri de uygun fiyatlı kalmanızın önüne geçiyor. Perakende yatırımlarının arttığı ve kaliteli ürünleri uygun fiyatlara sunabileceğiniz bir ortam yaratmak pek olanaklı değil.
ABD’de kapitalizmin farkı barizdir. İnsanların alım gücü üst düzeyde, özellikle zengin bölgelerde neyi nereden aldıklarının hemen hemen hiçbir önemi yok. Yenilikleri denemeye açık bir tüketici yapısı olunca sayısız girişimciden sürekli yeni ürün ve marka geliyor. Teknolojiye hemen ayak uyduran, anında yeni bir mobil uygulamayı indirip alışveriş yapan bir tüketici profili mevcut. Markaların en büyük zorluğu akılda kalmak; çünkü marka bağlılığı sıfıra yakın.
İngiltere’de ise perakende bambaşka bir noktadan ilerliyor. Alım gücü yüksek; ancak insanlar için markanın değeri, üretim yöntemleri ve çevreci görüşler öncelik taşıyor. Yerli üretime çok güveniyorlar. Tüketici, satın alma kararından önce kesinlikle size güven duymak istiyor; parasının nereye gittiğini, elde edilen kârın ne amaçla kullanıldığını, üretimin çevreye zarar verip vermediğini önemseyen bir kitle var. Bilinçli, detaycı, bir kere kazandığınızda da markanıza sadık kalan bir müşteri yapısı gözleniyor.
Bilkent Üniversitesi’nde aldığınız eğitimin iş yaşantınıza etkisi oldu mu?
Bilkent Üniversitesi’nde aldığım eğitime farklı yönlerden yaklaşmak, eğitim alanımdan ve fakültemden önce kampüsten söz açmak istiyorum. Vizyoner bakış açısını besleyen, düzenli, hoşgörülü, bakımlı bir atmosferin insanın ruh hâline katkı sağlayacağını öğrendiğim yerdir kampüsümüz. Çevreye ve yaşam alanlarına özen göstermek, toplumun medeniyet seviyesini yükseltir. Öğrencilerin bunu Bilkent kampüsünde tecrübe edebilmesi çok önemli.
İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı ise Bilkent’in ileri görüşlü eğitim felsefesi ile sanat, tasarım ve mimarlığı harika bir şekilde sentezleyen bir bölüm. Bu felsefeyi mükemmel aktaran öğretim kadrosunun iş hayatıma katkıları yadsınamaz. Üniversitemizden miras kalan kültür ve anlayıştan örnekler zaman zaman aklıma gelir: durmak bilmeden değişik olasılıklar araştırmak, dokunduğumuz her şeyi nasıl bir adım daha öteye taşıyabiliriz diye çalışmak, farklı yöntemler deneyerek daha iyi bir sonuca ulaşmayı alışkanlık edinmek, katkıda bulunmak istediğiniz alanlarda yüreklendirilmek ve hatta görevlendirilmek… Bunların hepsine olanak tanıyıp kaynaklar sunan bir üniversiteden mezun olduğumdan dolayı gurur duyuyorum.
Söyleşiyi hobileriniz ve geleceğe yönelik planlarınızla bitirebilir miyiz?
Uzun dönemli hobilerim arasında film izlemek var. Her dönemden suç, cinayet ve psikolojik rahatsızlıkları işleyen filmleri takip ederim. Bu ara özellikle yazar, yönetmen, yapımcı Ryan Murphy’yi takip ediyorum. Görüntüyü, sesi, hikâyeleri, renkleri ve elindeki diğer her imkânı müthiş kullanıyor. Dünyadaki en büyük film endüstrisinin yanı başında yaşayınca üretilen her içerik sürekli gözümüzün önünde. Kimi zaman erkenden keşfedip takip etmeye başladığınız isimler bile çıkıyor.
İngiltere’deki görevime 2013’te başlamıştım. 10 yılda 3 ülke hedefliyordum. Şimdi baktığımda bir ülke daha değiştirme fikri oldukça zor geliyor. Burada hayat gerçekten insanı yormuyor ve huzur veriyor; mümkün olduğunca Los Angeles’tan ayrılmayı istemiyoruz. ABD’ye taşınmayı planlarken dalga sörfü yapmayı ve motosiklete binmeyi öğrenmek istiyordum; ama her ikisinin de tehlike boyutunu görünce gözüm kesmedi. Eşimle tabiatta zaman geçirmeyi, doğa yürüyüşleri, kano ve kürek sörfü etkinliklerini tercih ediyoruz. Köpeğimiz Elsa da hayatımızın hemen her noktasında bize katılıyor. Şu anda 3 yaşında. Son 2 yılını bizimle geçirdi. Sadece 3 kiloluk küçücük bir vücutta yüzlerce kiloluk sevgi ve mutluluk taşıyor