Ana Sayfa » Sağlık Konusu – Mart 2016

Sağlık Konusu – Mart 2016

Psikosomatik Tıp Alanına Bir Bakış, Baş Ağrımın Nedeni, Reddettiğim Duygularım Olmasın?
HAZIRLAYAN: DR. S. BAŞAK SOYLUOĞLU

Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Her şeye, her duruma hazırlıklı olanlardan mısınız? Her güçlüğü yüklenenlerden mi? Her şeyi içine atanlardan? İçi yananlardan? Ne olursa olsun hiç ağlamayanlardan? Hedefinden kesinlikle dönmeyip, inatla direnenlerden mi? Sürekli bir şeylerle uğraşanlardan mısınız? Hep önemli işleri olanlardan? Bekleyemeyen-lerden, her şeyin hemen olmasını isteyenlerden? Keşke gün 24 yerine 28 saat olsaydı deyip, zamansızlıktan yakınanlardan mısınız? Dağınıklığa, kuralsızlığa hiç mi tahammül edemezsiniz? Temizlik hastası mısınız yoksa? İstemeye istemeye her türlü yükümlülüğün altına girenlerden ya da hiç bir yükümlülük altına giremeyenlerden mi? Çevrenizden sizin için; her güçlüğün üstesinden gelir, olağanüstü bir kişidir sözlerini sık sık duymak mümkün müdür? Sizin göbek adınız; nedir? Hangi tanımlama size uyar? Titiz, takıntılı, hassas, kendi işini kendi yapan, çalışkan, tembel, katı, lakayt, sinirli, dakik, koşuşturan?

Peki ya hastalıklar? Kimi zaman birbirinden farklı, kimi zaman da hep aynı bedensel şikayet sizin hayatınızı, yaşam kalitenizi bozuyor mu? Baş ağrısı, migren, kas ağrıları, uyku bozuklukları, boyun-omuz ağrıları, kas spazmları, diş gıcırdatma, tikler, bozuk bir postür, artirit,  mide yanması, hazımsızlık, kusmalar, yememe, aşırı yeme, obezite, hazımsızlık, ülser, kolit, aşırı gaz, kabızlık, ishal, astım, alerji, ürtiker… Bazen hafif,  bazen de son derece güçlü belirtiler, ama hepsi de dikkat ve ilgi çekmeye çalışıp, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun uyarıcı sinyalleri.

Pek çok hastanın yıllar boyu “bedensel” şikayetleri için bir çare bulamadıklarını, doktor, doktor dolaştığını, uygulanan tedaviyle tam bir sonuç alamadığını, doktorların da bazen “Yapacak bir şey yok, bu hastalıkla yaşamayı öğreneceksin, stresi bir kenara at, bazı şeyleri kafana takma, gez eğlen.” dediklerini duymuşuzdur, belki siz de aynı şeyleri yaşadınız ya da halen yaşamaktasınız.

Yukarıda yazılanlarda kendinizden bir parça mı buldunuz?  Ama özellikle bir ya da bir kaçı tam da sizi mi tanımlıyor? Aslında bu iki başlık birbirinden bağımsızmış gibi gördüğümüz,  bununla beraber son derece birbirinin içinde olup birbirini etkileyen bir bütünün bileşenleri. Eski Yunan felsefesinden beri ruh ve zihnin bedene olan etkisi bilinmekte. Bir söyleşide Platon baş ağrısı olan bir gençle Sokrat’ın konuş- masını şöyle aktarmıştır; “Eğer gözlerinin iyi olmasını istiyorsan başının, başının iyi olmasını istiyorsan tüm bedeninin, bedeninin de iyi olmasını istiyorsan, bedeninle beraber ruhunun da tedavisi gerekir.”Psikosomatik tıp kavramı 19. yy, başlarında ortaya atılmış ve ilk kez 1818 yılında Heinroth tarafından kullanılmış. Novalis beden-ruh-zihin kavramlarından oluşan tanımı daha da genişleterek, insanın çevre ile de sıkı bir ilişki içinde bulunduğunu vurgulamış.

Bir doktor olarak çalışma yaşantım boyunca ben de yıllarca bazı hastalıklarla ne yapacağımı bilemez olmuştum. İlaçlarla bir süre baskılanıp, bir süre sonra yeniden karşıma çıkan pek çok “nedeni bilinmeyen” ya da “stres” kaynaklı “psikosomatik” hastalık olduğunu görüp bu tip hastalıklarda elimin kolumun bağlandığını düşünürdüm. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre hastayı, “ruhsal, bedensel, zihinsel ve sosyal” bir varlık olan kabul ettiğimizi söylerken bile biz doktorların insanı; ”ruhsal”, “bedensel”, “zihinsel” “sosyal” gibi farklı parçalara ayırarak “hasta olan parçayı” iyileştirmeye çabaladığımızı son yıllarda daha yakından fark eder oldum.

İnsanı anlama çabalarımı sürdürürken kişiyi duygu, düşünce, davranış, zihin-ruh-beden-çevre gibi parçalara ayırıp sorunları anlama ve çözme çabalarının sadece tıpta değil, psikoloji ve psikoterapi alanında olması bana çok da tanıdık geldi. Ne yazık ki modern çağın gereklilikleri bizlere suni olarak bedeni ve zihni ayırmayı öğretiyor. Eğitim sistemlerimiz ve programlarımız bize sorunlarla uğraşmada tek geçerli alanın zihin olduğunu söylüyor, doğal olarak bu bakış açısı terapi alanına da yansıyor. Terapi ekollerine göre, kimi zaman sadece düşünceler,  bir başkasında davranışlar, bir diğerinde ise duygular ele alınarak sorunlar çözülmeye çalışılıyor.

Görüyoruz ki; günümüzde stres yaşayan pek çok insan sıklıkla rahatsız edici beden deneyimlerinden kurtulmayı istiyor. Bu kişiler anksiyetelerine eşlik eden nefessizlik ve güçlü nabızdan kurtulmaya çalışıyor, öfke nöbetlerinin ve korku duyumlarının ortadan kalkmasını, gergin kasların verdiği sıkıntı ve baş ağrılarının yok olmasını istiyorlar. Oysaki sorunun bedensel ve ruhsal bir bütün olduğunu görmeyip, sadece bedensel belirtileri yok etmeye çalışmak hiçbir işe yaramıyor. Bir belirtiyi yok ettiğimizi zannederken, belirtiye neden olan sorun giderilmediği için farklı bir zamanda aynı bedensel şikâyet ya farklı bir organa ya da farklı bir sisteme ait belirtilerle karşımıza çıkıyor; panik atak, depresyon, kurdeşen, belki astım belki migren krizleri, kim bilir belki de hipertansiyon… Pek çoğumuz bu günkü halimizle parçalarımızı reddedip, inkar eden, kendimize ait parçaları görmezden gelen, kendimizi gittikçe küçültüp, güdük bırakan insanlar haline gelmiş durumdayız. Bizler kendimizi sadece zihinsel bir varlık olarak görüyor, fiziksel varlığımıza; yani bedenimize gün geçtikçe daha da yabancılaşıyoruz.

Geştalt terapi kurucusu Perls “Bir buğday tohumu daima buğday olmaya çalışır, çavdar değil.” derken bütün organizmaların kendini gerçekleştirme ve büyümeye doğru yöneldiğinden söz ediyor. Biliyoruz ki; eğer işine karışılmazsa her organizma büyümek ve gelişmek için kendini ayarlama yeteneğine sahip. Bir ihtiyacın ortaya çıkması ile homeostatik denge bozuluyor, nörovejetatif sistem uyarılıyor, bir gerginlik yaşanıyor. Bu ihtiyacın fark edilip, çevreye yönelerek giderilmesiyle organizma yeniden dengesine kavuşuyor. Kimilerinin sorduğu gibi; korktuğumuz için mi kalp atışlarımız hızlanıyor ya da kalp atışlarımız hızlandığı için mi korkuyoruz? Tavuk mu yumurtadan çıkıyor, yumurta mı tavuktan?

Vücudun bu şekilde cevap vermesinin sebebinin eskiden düşünüldüğü gibi sadece zihin veya sadece duygular olmadığını artık biliyoruz. Beden ve zihin aynı anda işbirliği yapıyor. Biliyoruz ki; beden-zihin ya da zihinsel-bedensel ayrımı yapay bir ayırımdır ve insanoğlu bedensel- zihinsel bölünemez bir yapıya sahiptir. Bir insan susadıysa bu bedensel bir eksiklik olarak hissediliyor, bir duyum oluşuyor, aynı anda zihinde de tamamlayıcı bir imaj ortaya çıkıyor, mesela kişinin gözünün önünde bir bardak su imajı beliriyor. Kişi eksiği tamamlamaya yöneliyor, su içiyor. Susuzluk giderildikten sonra bu eksiklik, duyumlar ve su imajı hepsi birlikte yok oluyor. Bir anksiyete atağı; nefes alma zorluğu, nabız atışlarında hızlanmayla, derin bir üzüntü ise; kalp ağrısı ve gözlerin yaşarmasıyla beraber ortaya çıkıyor. Bizler organizmamızın verdiği doğal reaksiyonları ve ihtiyaçlarımızı kabullenmeyerek; sıklaşan nefesimizden ve kalp çarpıntılarımızdan, göğsümüzdeki sıkışma hissi ve gözyaşlarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz.

Bir ihtiyacın hiçbir zaman bastırılamadığını, bastırılanın sadece bu ihtiyacın çeşitli ifadeleri olduğunu dikkate almıyoruz. Biz bir tarafı bastırıp engellerken, kendiliğimizi ifade edişimizde, duruşumuzda, hareketlerimizde, ses tonumuzda ya da bedenimizde başka bir yerde ortaya çıkıyor. Artık biliyoruz ki; bir organizma bir uyaranla aktive edildikten sonra her hangi bir nedenle eyleme geçememişse bir türlü doyuma ulaşamıyor, böyle olunca fizyolojik süreçler de normale dönemiyor. Eğer bu durum yinelenerek devam ederse fizyolojik değişikliklerin bir kısmı kalıcı hale geliyor ve normale dönüş olmuyor.

Perls, Hefferlein ve Goodmann, “Çocukluğumuzdan beri bedenimizdeki pek çok duyumu önemsememeyi, ciddiye almamayı öğreniriz.” diyorlar. Bizi üzen bir şey varsa; ağlamak isterken kendimizi duyguların gidişatına bırakmak bize pek de uygun gelmiyorsa, kendimizden beklediğimiz şey duygumuzu reddedip, onun ortaya çıkmasına izin vermemek oluyor, belki ağlamıyor, gözyaşlarımızı tutuyoruz, bununla beraber ortaya çıkan diğer fizyolojik değişiklikleri yok edemiyoruz. Biliyoruz ki kabul edilmeyip sürekli görmezden gelinen, reddedilen ihtiyaçlarımız karşılanmak üzere orada bekliyor. İhtiyaçlarımıza duyarsızlaşmak ya da etkisiz yollarla karşılamaya çalışmak onların yok olmasını ya da doyurulmasını sağlamadığı gibi bizim ahengimizi bozuyor ve sonunda bir rahatsızlık tablosuyla karşımıza çıkıyor.

Beden ve zihnin esas olarak işbirliği ve uyum içinde çalışan yapılardır. Terapi ise bu ayrılmış ve kabullenilmemiş parçaları birleştirip, kişinin reddettiği parçalarıyla bütünleşmesinin yeniden sağlanacağı bir süreç olmalıdır. Beden dili; nabız atışının yükselmesi, solunumda hızlanma, ağızda kuruma, cildin soğuması ya da ani bir ısı artışı, terleme, uyuşmalar, donukluklar, ya da organlara özgü şikayetler gibi ortaya çıkan fizyolojik değişikliklerin yanı sıra, bir kişinin o anki çevresiyle iletişimde olduğu jest, mimik, hareket, davranış, ses tonu, ifade gibi bütün yolları içerir. Bedensel belirtiler sözel olarak kişinin ilettiğinden çok daha ciddi, dikkate değer ve hassas anlamlar taşıyan duyumlardır. Simkin bu bedensel belirtileri “gerçeğin sinyalleri” olarak adlandırır.

Tekrarlayan bedensel şikayetlerimiz konusunda, hekimimiz bize bunun ruhsal bir kökeni olabileceğini söylüyorsa onun bu görüşünü diğer tedavi önerileri gibi dikkate almak, kendimize karşı olan önemli sorumluluklarımızdandır. Sağlıklı bireyler olabilmek için bedenimizi önemsemek, ortaya çıkan bedensel belirtilerimizin bizim için ne anlama geldiğini ayırt etmeye çalışmak, beden dilimizi, kendimizi keşfetmek; gerçeğin sinyallerine hak ettiği değeri vermek büyük bir önem taşımaktadır. Şimdi lütfen kendinizi nasıl tanımladığınıza ve bedensel şikayetlerinize geri dönüp bir kez de farklı bir gözle bakın, bedensel şikayetinizi daha etraflıca tanımlayın, bu şikayetinizin sizde hangi duyguları uyandırdığını anlamaya çalışın, duygularınızla düşüncelerinizin ve davranışlarınızın nasıl bir uyum ya da uyumsuzluk içinde olduğunu gözden geçirerek bedensel şikayetinizin sizin için tam da neyi ifade ettiğini keşfetmeye çalışın. Parçalarımızla bütünleşmenin, kendimizle iyi bir temasın; duyum, zihin, davranışlar ve dış dünya ile uyum sağlayabilmenin bizlere sağlıklı olmanın anahtarını sunacağını unutmayın.

KAYNAKÇA ve DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN

  1. Brautigam, W. & Christian, P. (1978). Psikosomatik Tıp (Çeviren; Özbek, A & Odağ,C.) Ankara Yargıcıoğlu Matbaası
  2. Clarkson, P. (1991). Gestalt Counselling in Action. London: Sage Publications
  3. Clarkson, P. & Mackewn, J. (1993). Fritz Perls. London: Sage Publications.
  4. Daş, C. (2006). Bütünleşmek ve Büyümek: Geştalt Terapi Yaklaşımı. Ankara: HYB Yayıncılık
  5. Kepner. J.I. (1987). Body Process. San Francisco. Josey-Bass Publishers
  6. Malfait.R. Wollants.G. (2005). The Body as a Guide Gestalt Journal of Australia and New Zealand  6 (1)  21-28.
  7. Passons, W.R.(1975). Gestalt Approaches in Counseling. New York: Library of Congress Catologging in Publication Data
  8. Perls, F. S.  (1969). TGestalt Therapy Verbatim. Lafayette Calif. Real People Press
  9. Perls, F. (1973). The Gestalt Approach and Eye Witness to Therapy USA  Science and Behaviour Books
  10. Perls,F.S., Hefferlein,R.F.&Goodman,P. (1951/1976) Gestalt Therapy; Excitement and Growth in the Human Personlity Great Britain: The Guernsey Press Co
  11. Yontef, G. (1993). Awareness Dialogue and Process. Highland, NY: The Gestalt Journal Press